24 Nisan 2010 Cumartesi


Adım Adım Sergi Hazırlıkları

Begüm Akkoyunlu Ersöz


Begüm’le Pera Müzesi’nde 4 yıl beraber çalıştık. Yola çıktığımızda hepimiz çok heyecanlıydık; çünkü sanat dünyasında 5. yılını doldurmaya hazırlanan ve birçok başarılı sergiye imzasını atan seçkin bir kurumun temel taşlarını oluşturacaktık...
Meraklı, işini çok seven, detaycı ve titiz. Sanat Tarihi okuyup üstüne Sanat Tarihi ve bir de Sanat Yönetimi yüksek lisansları yapması bunun kanıtı. Her sergiyi sanki ilkmiş gibi hazırlıyor. Hazırladığı sergileri gezen kişi sayısına kadar takip ediyor...
Bize de sergiyi izlemesi düşüyor.



NL : Sanat Tarihi okumaya nasıl karar verdin?. Bilinçli bir seçim miydi yoksa “üniversiteye başlayayım; bitince düşünürüz” mü dedin?
BE : Sanat Tarihi’ne özel bir ilgi duyuyordum ve Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde okurken karar verdim. Özellikle 20. yy sanatına ve empresyonizm akımına, özellikle de Van Goh’a çok meraklıydım. Bununla ilgili kitaplar almaya başladım. Çocukluğum, komşumuz olan, Ankaralı Ressam Leman Tantuğ’un evinde geçti. Çok zengin bir kütüphanesi vardı. Evinde sürekli kütüphanedeki kitaplarını karıştırır, çevirilerini ve notlarını okurdum. Kendisi sürekli resim yapardı. Ben de eskiden beri resme ilgiliydim; hatta ortaokulda katıldığım bir yarışmada ödül almıştım :) Onunla vakit geçirdikçe resme olan merakım da artmaya başladı. Sanat tarihi fikri ise yine aklımda onun Amerikalı sanat tarihçisi bir arkadaşı dolayısyla canlandı, çok cazip bir meslekti. Üniversiteye hazırlık sırasında çevremdeki arkadaşlarım iktisat, işletme gibi bölümleri seçerken benim “Sanat Tarihi” üzerine yoğunlaşmam herkesin tuhafına gidiyordu. 1995 yılında Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne girdim. Aslına bakarsan zor bir disiplin, günlerimiz kütüphanelerde araştırma yaparak geçti.



NL: Sanat Tarihi Bölümü kendi içinde branşlaşıyor mu? “Türk Resmi”, “Batı Resmi” gibi...
BE: Sanat Tarihi altında birçok yan dalı barındırıyor. Ben ve arkadaşlarım üniversitede şanslı bir döneme denk geldik, alanlarında önde gelen hocalarımızla pek çok farklı konuda çalışma fırsatımız oldu. Kişisel olarak ise Cumhuriyet sonrası Türk sanatına odaklandım. Bitirme tezimi “Leopold Levy (1940’lı yıllarda Akademi’nin Bölüm Başkanı idi) ve Türk Resmi”, master tezimi ise 1970’lerin sonunda başlayan “Yeni Eğilimler” sergileri üzerine hazırladım. Türkiye’de, modern ve çağdaş sanat üzerine hazırlanan projelerde çalışmayı tercih ettim.




NL: Bir serginin hazırlık aşamalarından bahseder misin? Eserler duvarlara asılana kadar nasıl bir süreçten geçiliyor?
BE: Aslında her serginin kendine ait bir öyküsü var. Sergi hazırlamayı bir puzzle gibi düşün. Birçok parça biraraya gelip bir bütünü oluşturuyor. Genel olarak anlatırsam; öncelikli olan serginin konsepti. Beraber çalıştığımız danışmanlarımız oluyor. Onlarla içerik üzerinde çalışıyoruz. Eser listesini alıp üzerinden geçiyoruz. Sergi alanının fiziksel koşulları değerlendiriliyor. Bütün bunlara göre de serginin çapı belirleniyor. Sergi hazırlığının bütünü uzun bir zaman yayılıyor. Puzzle’in diğer parçaları ise açıklama panoları, yardımcı malzemeler, belgeseller ve sesli rehberlik gibi destekleyici parçalarla tamamlanıyor. Eserlerin sigortalanması, nakliyesinin planlanması bir yandan da sergi kataloğunun editoryel çalışmaları yapılıyor. Amaç ziyaretçinin kurguyu takip ederek temposunu düşürmeden sergiyi gezmesini ve konuyla ilgili ayrıntılara ileride de dönüp bakabilmesini sağlamak.



NL: Pera Müzesi'nde çalışmaya başlamadan önce neler yaptın?
BE: Okulu bitirdikten sonra çalışma alanım oldukça sınırlıydı. Bu alanda çalışmayı sürdürmek isteyen Sanat Tarihi mezunları master ve doktora yaparak kariyer planlarını yapıyorlardı. Ben de mastera ve ardından doktoraya başladım. Bir yandan da pratikte neler yapabileceğimi araştırıyordum. 2003 yazında, bienal hazırlıklarında çalışmak üzere İstanbul’a geldim. Farklı projelerde çalışma fırsatı elde ettim. Sanatsal birkaç yayının çeviri ve redaksiyonlarıyla ilgili hazırlık aşamalarında yer aldım. Reklamcılık sektöründe çalışan arkadaşlarımın önayak olmasıyla sektöre adım attım. Reklamcılık dinamik, eğlenceli ve gelişime açık bir sektör. Aslında benim için kariyerimle ilgili karar verme sürecine girdiğim bir dönemdi. Ya kendi branşımda çalışacaktım; ya da benim için farklı bir sektör olan reklamcılığa devam edip bu yolda ilerleyecektim. Bu dönemde Suna ve İnan Kıraç Vakfı ile tanıştım, Pera Müzesi'nin kurulma aşamalarıydı.




NL: Kararın netleşti yani...
BE: Evet kararım netleşti ve çok sevdiğim kültür-sanat sektörüne adım attım. 2010 Haziran’da 5. yılımızı dolduruyoruz. O günden bu güne yaklaşık 40 sergi açıldı; birçoğunda görev aldım. Hepsinin de gelişmemde büyük katmadeğeri oldu.



NL: Peki en sevdiğin sanatçılar hangileri?
BE: Empresyonistleri hep çok seviyordum. Hayranlığım Vincent Van Gogh'la başladı. Ondan başka Thoulouse Lautrec, Modigliani, Matisse'i çok severim örneğin. 20. yüzyıl sanatı bütün soruları ve arayışlarıyla özellikle ilgimi çeker. Rothko yine atlayamayacağım bir isim. Türk ressamlardan Mübin Orhon, Fikret Mualla, Tiraje sevdiklerim arasında ilk aklıma gelenler. Sanatçılar yaşamları ve eserleriyle bir bütün olarak var oluyorlar bence, onları o bütün felsefeleri ve eserleriyle değerlendiriyoruz.




NL: Yurtdışında da birçok müze gezmişsindir. Sanatın içinden biri olarak gezerken neler geçiyor içinden?
BE: İtalya, İspanya, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde birçok müze gezdim. Üniversitedeyken Roma ve Floransa’daki müzelere müthiş hayranlık duymuştum. Biliyorsun sokaklar adeta müze orada. Türkiye'de de çok büyük bir kültürel mirasa sahibiz, müzeler özellikle arkeolojik anlamda çok zengin. Müzecilik anlamındaysa yakşalık son on yıldır özellikle özel müzecilikle büyük bir hareket başladı. Yıllar Floransa'daki Uffizi Müzesi bahçesinde gördüğüm Fernando Botero heykelleri beni çok etkilemişti. Bugünlerde ise Botero'nun Türkiye'deki ilk sergisini hazırlıyoruz. Bu çalışmanın içinde olabilmek müthiş heyecan verici ki, sanatseverlerin de aynı heyecanla sergileri takip ettiklerini görmek sanıyorum demek istediklerimi özetliyor.


NL: Yurtdışında en sevdiğin müze?
BE: Favorim Paris’teki Orsay Müzesi. Ölçek anlamında örneğin Louvre'un yanında daha hümanist geliyor. Stili ve tarzı olan bir yer, Modernizmi çok iyi yansıtıyor.



NL: Son zamanlarda üniversiteler de bu konuların üzerine eğilmeye başladı. “Sanat Yönetimi”, “Kültür Yönetimi” gibi bölümler popülerlik kazanmaya başladı. Neden?
BE: Bunlar çok güzel gelişmeler. Bienal, sokak sergileri, yeni müzelerin açılması, sanat galerilerinin sayısının artması, müzayedelerin basında daha sık duyulması gibi etkenler sanata olan merakı arttırdı. Genç koleksiyonerler görülmeye başladı ve sanat giderek daha geniş bir kitlenin hobisi oluyor. Sanırım bu da böyle bir ihtiyacı doğurdu. Olaya farklı bir bakış açısı kattı. Bu da yeni iş kolları doğurdu. Örneğin müze bir kültür-sanat işletmesi. Müze şemsiyesi altında koleksiyonlar ve sergilerin yönetiminden başka iletişim, kafe, artshop, güvenlik gibi pekçok fonksiyon ve birim barındırıyor.


NL: Müze gezme kültürü de hayatımıza iyice yerleşti aslında...
BE: Evet. Son yıllarda özel müzelerin açılması devlet müzelerinin de daha çok hareketlenmesini sağladı. Sadece sergiler değil; konuyu pekiştirmek amacıyla düzenlenen sempozyumlar, söyleşiler, film gösterimleri de çok ilgi görüyor. Projeyi bütün olarak yaşatmak kalıcı olmasını da sağlıyor.



NL: Bir sergiyi kurarken en çok ne heyecan veriyor?
BE: Her aşaması heyecan verici. Projeyi yönetirken A’dan Z’ye herşeyiyle ilgileniyorsun. Temeli atan konsept aşaması. Sonrası çorap söküğü gibi geliyor çünkü herşey konsepte göre belirleniyor. En heyecanlı yanı ise eserlerle buluşma anında duyulan keyif...


NL: Begümcüm çok teşekkür ederim. Soruları cevaplarken gözlerindeki ışıltı işini çok severek yaptığını gösteriyor. Bu heyecanının artarak devam etmesini diliyorum. Okuyanların da aynı şeyi farkedeceklerini düşünüyorum :)

16 Nisan 2010 Cuma


Genç Müzik Dahisi ...

Peter Cincotti... 25 yaşında... New York doğumlu... 9 yaşından beri beste yapıyor.

Veee 2. Kez İstanbul’da...

Çarşamba akşamı İstanbul Kültür Sanat Vakfı  “Peter Cincotti” konserine ev sahipliği yaptı. Chivas’ın içecek sponsoru olduğu geceye birçok jazz sever katıldı.

Saatler 21:00’ı gösterdiğinde Peter sahnedeydi... Biletin üzerindeki başlama saatiyle aynı yani. Bugüne kadar birçok konsere gittim fakat zamanında başlayan çok az performans gördüm.

O gerçek bir müzik dahisi. Yaşı genç olmasına rağmen birçok başarılı projeye imza atmış bir isim. 2 saat boyunca aralıksız sahnedeydi; eski şarkılarının yanısıra yeni albümünden de parçalar seslendirdi. Bildiklerimize eşlik ettik; bilmediklerimizde tempo tutup dans ettik. Hatta bir ara o da coşkumuza piyanosunu ayakta çalarak eşlik etti. Orkestra üyeleri arasındaki neşeli ve sıcak tavırlar da konserin atmosferine yansımıştı...

Tek cümleyle “Peter bizi mest etti”

Mütevaziliği kişiliği ortamda fazlasıyla hissediliyordu; konserden ziyade, arkadaşımız Peter’ın verdiği özel davete katılmış havasındaydık...

Onu üç “S” ile tanımlamam gerekirse, sıcak, sevecen, sempatik; aynı zamanda espirili... Gülmek her insana yakışır ama onda bir başka duruyor :) 

İnanılmaz güzellikte bir geceydi. Peter’ın parmaklarına, sesine sağlık...


Bu arada unutmadan “EAST OF ANGEL TOWN”ı dinlemediyseniz büyük kayıp! Hemen bir tane alın; hazır yaz da geliyor Martini eşliğinde iyi gider :)

Benden söylemesi... 

14 Nisan 2010 Çarşamba


Bir yaratıcı için, asıl soru şudur;  “Bir yapıtını arkada mı bırakmalıdır yoksa hayatını başyapıt mı yapmalıdır?”

Bu söz George Wolinski’ye ait...
O, 1934 Polonya doğumlu, döneminin önemli olaylarına tanık olmuş bir karikatürist. Aslında sadece karikatürist olduğunu söylemek doğru olmaz. Aynı zamanda birçok illüstrasyonu, kitapları, tiyatro oyunları ve hazırladığı senaryoları var...
İstanbul’a ilk kez 2002 yılında, LeMan Dergisi tarafından davet edilen Fransız çizer grubuyla birlikte gelmiş. Gazeteciler tarafından “Türkçe bilmediği halde herkesle nasıl bu kadar iyi anlaştığı” sorulunca; “Türkçe konuşmaya ihtiyaç duymuyorum, çünkü bütün mizahçıların dili aynı...” diye kendi üslubunda cevap vermiş. İstanbullu dostları onu “yalnızca bir çizer değil aynı zamanda vefalı bir dost” olarak tanımlıyor.
Karikatürlerinin konusunun büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Öyle ki kadınların farklı haklarını betimlediği “hiçbir amacı savunmama, iyi bir sevgili olmama” konularını temel aldığı “Kadın Hakları Albümü” hazırlamış.
50 yıldır geveze not defteri elinde dünyayı geziyor.
Şimdi sıra İstanbul’da... Küba’dan Rusya’ya, Meksika’dan Brezilya’ya, Hindistan’dan Kamboçya’ya röportaj-çizimleri sergide izlemeniz mümkün...
2 Mayıs’a kadar açık kalacak sergiyi Galeri InSitu’da mutlaka gidip gezin derim. Erotik, kışkırtıcı ve sevecen bir çizgisi var. Karikatürlerinde fırça kalem kullanıyor.
Kanadalı  fotoğraf sanatçısı Charles Mordret tarafından, Aralık 2009 kurulan Galeri InSitu, tanınmış sanatçıların ve dünyadan yeni yeteneklerin eserlerini sergilemeyi hedefliyor.
Şık, huzurlu ve mis gibi sanat kokan bir yer :)
  
GALERI InSitu
http://www.insituphoto.com/
Susam sok. Kadife Palas Apt. No:15/1
Cihangir, Beyoglu, Istanbul
Tel: 0 212 249 02 20

3 Nisan 2010 Cumartesi















Picasso Tablosu Yırtılınca Akla 
“Resim Restoratörleri” Geldi...
ÖZER AKTİMUR 


New York Modern Sanatlar Müzesi’ni gezen bir ziyaretçi Pablo Picasso’nun “Actor” adlı tablosunun üstüne düşerek yırttı. Bu da “Resmi kim onaracak?” sorusunu gündeme getirdi. Profesyonel bir Resim Restoratörü araştırılmaya başlandı. Sonuçta resim restorasyona girdi. Dilerim eski haline döner ve yeniden sanatseverlerin beğenisine sunulur.

Restorasyon için
“Resim Doktorluğu” da diyebiliriz... ABC’si nedir diye bir bilene sormak istedim. Ben sordum Özer yanıtladı, sizlere de keyifle okuması düşer artık :)


NL: Resim restorasyonu eğitimi bilinçli yapılmış bir kariyer planı mıydı yoksa tesadüfler mi seni bu noktaya getirdi?
ÖA:
Evet restorasyon eğitimi bilinçli bir tercih oldu. Heykel formasyonu üzerine farklı bir alanda yüksek lisans eğitimi almak istiyordum. Konuyla ilgili araştırma sürecine denk gelen İtalya seyahatim oldu. Orada yaptığım araştırmada “Taş Eser ve Tual Resimi” restorasyonu üzerine eğitim almak istediğime karar verdim. Özellikle Venedik ve çevresindeki okulları araştırdım. Türkiye’ye dönüp okulumu bitirdim. Bir yandan da İtalyanca dil eğitimi almaya başladım. Yüksek lisans hedefim artık belli olmuştu. IKSV’nin (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) verdiği (özel) bursla “Uluslararası Venedik Güzel Sanatlar Akademisi”nde “Restorasyon ve Konservasyon” eğitimi almaya başladım. Masterımı “Taş Heykel” üzerine yaptım. Sonraki eğitimim "Tual Resmi" üzerineydi.


NL: "Resim Restoratörü" olmak için ciddi bir eğitimden geçmek gerekiyor. Önemli olan teori mi pratik mi?
ÖA:
Eğitim kesinlikle çok önemli. Klasik anlamda işin kimyasından yani boya ve renk bilgisinden başlayıp; yavaş yavaş pratiğe geçmekte fayda var. Sadece teorik eğitim yeterli değil; pratiğin de paralel olarak devam etmesi gerekli. Kendinizi güncel tutmalısınız. Çünkü teknoloji her geçen gün ilerliyor. 1960’lardaki restorasyon teknikleri ile 1980’ler ve 2000’ler farklılık gösteriyor. Çok basit bir örnekle açıklarsam; eski den klasik ampul kullanılan aydınlatması yerine net (LED) ışık sistemleriyle aydınlatılmış eserler restore edilmeye başlandı. Önümüzdeki yıldan itibaren ben de böyle yapacağım.


NL: Restorasyon belli zaman dilimleri arasında mı yapılmalı? “5 yılda bir restore edilmeli” gibi. Yoksa bu ihtiyaca mı bağlıdır? Resim matlaşıyor, üzerinde çatlaklar oluşuyor ve tablosunu alan sana mı geliyor?
ÖA:
Diyelim ki bir resim galeride sergileniyor veya depoda saklanıyor; eğer eserde spesifik (yada estetik veya yapısal olarak resme zarar verecek durumda) bir problem yoksa en ideali ve en makbulü resme hiç dokunmamaktır. Çünkü resme yapılan her dokunuş az da olsa zarar görmesine ve deforme olmasına sebep olabilir. Bu sadece benim değil bütün restoratörlerin ortak görüşü. Ama kabuledilebilir ölçülerde hasar varsa; boyası çatlamış, üzerindeki vernik tabakası sararmış, çarpmadan dolayı yırtılma oluşmuşsa; eser restorasyona alınmalıdır. Bu da eserden esere periyod olarak değişir. Kesinlikle bir sınırı ve limiti yok. Bir eser kısa sürede zarar da görebilir, uzun yıllar sapasağlam da kalabilir.


NL: Tablo ve heykelin derformasyon süresi farklılık gösteriyor...
ÖA:
Evet ikisinin de yapıları birbirinden çok farklı. Heykel, ahşap, pişmiş toprak ve taş olarak kendi içinde farklılık gösteriyor. Taş eserin ömrü çok daha uzun. Belki yüz yıl dokunmaya gerek kalmıyor. Ama tablo eser ne kadar iyi koşullarda saklanırsa saklansın; ufak tekef de olsa birşeyler çıkıyor. En azından verniğinde sararma olabiliyor. Bu da estetik olarak izleyiciyi etkiliyor.


NL: Resim üzerinde çalışırken yetkililer veya eser sahipleri yanında oluyor mu? Yoksa çalışmanı tamamlayıp son haline getirdikten sonra mı eseri teslim ediyorsun?
ÖA:
Müdahale pek söz konusu değil :) Restoratörler kimsenin laboratuvarlarına girmesini tercih etmez çünkü X galerinin X eseri orada restore ediliyor olabilir. Bunun başka bir kişi tarafından görülmesi etik olarak doğru olmaz. Oralar gizli bölgelerdir. Eser bir komisyona veya kurula aitse o zaman denetleme yapılabilir. Yurtdışında çalışırken çok başıma geldi. Mesela Vatikan’da Kilise’den bir resim almıştık ve uzmanlardan oluşan komüsyonları vardı. Belli dönemlerde gelip hangi aşamada olduğumuza bakarlardı. Ortak bir proje üzerinde çalışılıyorsa ilerlerken izlenecek yol konusunda karar alınabilinir. Bunun dışında restotatörler yalnız başlarına çalışırlar. Güvenmek zorundasınızdır. Nasıl bir cerrah hastasını ameliyat ederken ameliyathaneye yakınları alınamazsa; resim restorasyon aşamasındayken de eser sahipleri laboratuvara alınamazlar.


NL: Restorasyon pahallı birşey değil mi? Diyelim ki 40x40, kenarı yırtılmış, üzerinde belirgin 2-3 çatlağı olan yağlı boya bir tablo geldi. Onarım bedeli aşağı yukarı ne kadardır?
ÖA:
Evet restorasyon pahallı birşey. Herşeyden önce sanat lüks bir uğraşıdır. Bir eserin yapılması için büyük emek sarfetmeniz ve zaman harcamanız gerekiyor. Katlanmış, buruşmuş bir resmi ağırlıkların altına koyup uzun bir süre bekletebiliyoruz. Bütün bunların yanısıra eserin dönemi, boyutu, hasarın büyüklüğü, gibi kriterler de söz konusu. Özel bir malzeme ve farklı bir uygulama gerekebilir.



NL: Eser üzerinde çalıştıktan sonra belli olma ihtimali var mı?
ÖA:
Türkiye’de, belli olmamasını istiyorlar. Yurtdışında ise yakından bakıldığında belli olsun, uzaktan bakıldığında belli olmasın istiyorlar. Sanatçının yaptığı esere müdahaleden hoşlanmıyorlar. Benim şahsi görüşüm; yapılan restorasyonun gözü rahatsız etmeyecek şekilde belli olması. Diğer önemli nokta da kullanılan her malzemenin geri dönüşümlü olması. Malzeme kesinlikle tuvalin veya eserin üzerine yapışıp kalmamalı. İstenildiğinde sökülüp eser orjinal haline bırakılmalı. Ben de her zaman geri dönüşümlü malzemeler kullanıyorum. Sulu boya veya su bazlı boyayı tercih ediyorum. Baktığınızda fark göremezsiniz. Yağlı boya tabloyu asla yağlı boyayla restore etmiyorum. Çünkü yağlı boyayla restore ettiğim zaman yüzeye kaynaşabilir ve geri dönüşümü olmaz.




NL: Bugüne kadar elinden birçok eser geçti. Yurt içinde ve yurtdışında restore ettiğin eserlerden örnekler verebilir misin?
ÖA:
Venedik’te 15. ve 16. yüzyıldan kalan eserler üzerinde çalışmak benim için çok önemliydi. Bunun yanısıra Roma tarihindeki en eski tiyatro olan “Antik Marcello Tiyatrosu”nun 2001’deki restorasyonunda çalışan ilk ve tek Türk bendim. Hatta İtalyan basınında da yer aldı. Türkiye’ye döndükten sonra, Taksim Meydanı’nda bulunan “Aya Triada Kilisesi”nin içindeki, 6-7 Eylül olaylarında çıkan isyanlardada zarar gören, 60’a yakın resmin restorasyon projesini ekibimle birlikte yürüttüm. Son dönemde, yine çok değerli bir eser olan, Abdülmecid’in yaptığı Adbülaziz Portresi üzerinde çalıştım.


NL: Çalıştığın müzeler ve üzerinde çalıştığın projeler hangileridir?
ÖA:
 "Pera Müzesi" ve "Resim Heykel Müzesi" ile çalışıyorum. Bunun dışında Türkiye İş Bankası’nın 2300 eserden oluşan devasa koleksiyon üzerine bir proje yapıyorum. Bütün eserler tek tek elimden geçiyor. İlerleyen günlerde "Mimar Sinan Üniversitesi" ve "İş Bankası"nın yaptığı ortak anlaşma kapsamında, restorasyona ihtiyacı olan eserler için de bir proje gerçekleşecek.


NL: "İş Bankası"nın projesini biraz açmak mümkün mü?
ÖA:
 "Türkiye İş Bankası", "Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi"nde yeni kurulan “Sanat Eserleri’nin Konservasyonu ve Restorasyonu” bölümü laboratuarların kurulması için sponsor oldu. Bu kapsamda Avrupa’nın resim üzerine en önemli laboratuvarı kuruluyor. Kendi içinde bilimsel, konservatif ve restorasyon olarak 3 ayrı amaca hizmet etmesi planlanıyor. Buna paralel diğer güzel gelişme, 2011 Eylül’den itibaren Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde 4 yıllık lisans eğitimi veren bölümün faaliyete geçiyor olması. Bu da Türkiye’de ve bir devlet üniversitesinde ilk olma özelliği taşıyor.


NL: Türkiye’de bu işin geleceğini nasıl görüyorsun? MSGSÜ 2011’den itibaren profesyonelleri yetiştirmeye başlayacak. Bu işe başlamak isteyen gençlere önerilerin olacak mı?
ÖA:
Dolmabahçe Sarayı’nda Restorasyon Laboratuvarı var, Sakıp Sabancı Müzesi’nde kağıt üzerine iyi bir laboratuvar var. "Mimar Sinan Üniversitesi"nde de güzel bir resim laboratuvarı olacak. Bu projeyle bir ilke imza atılmış oldu. Sanat eserlerinin depolarda ve kötü koşullarda durmak yerine gün ışığına çıkmaya ihtiyaçları var. O açıdan profesyonel insanların yetişip bunlara sağlıklı ve nitelikli müdahale etmeleri çok iyi olacak.


NL: Çok teşekkür ederim. Artık resimlere bu gözle bakabiliriz :)

Pilates Yap Dinç Kal...
Merve Polat


Birçok defa düzenli spor yapmaya karar vermiştim ancak disiplinli olmak zor geldiği için devam edemedim. “Ne yapmak beni mutlu eder?” diye düşünürken internette pilates stüdyolarını araştırmaya karar verdim. Karşıma ilk çıkan pilates stüdyosunu aradım. Telefonu açan kişi son derece nazik bir ses tonuyla beni bilgilendirdi. Ve hemen o akşam, iş çıkışı, soluğu orada aldım.

İşini seven, tatlı-sert bir eğitmen karşımda oturmuş bana pilatesin yararlarını anlatıyordu. Hiç teredüttsüz kayıt oldum. O günden bu güne neredeyse 1,5 yıl geçtiği halde ilk günkü gibi “Pilates Plus”a koşarak gidiyorum. Güzel dostluklar edindim. Her Salı – Perşembe hem pilates yapıyoruz hem de eğleniyoruz.

Yazdıklarım benimle ilgili kısımlardı. Şimdi söz sevgili eğitmenim Merve’de. Ondan da pilatesin amacının ne olduğunu ve yaşamamıza sağlayacağı faydaları okuyacaksınız...



NL : Sevgili Merve Pilatese nasıl başladın?
MP : Dans ederken geçirdiğim bir sakatlık sonrasında, doktorum omurlarıma dört tane titanyum takmayı teklif etti. Eskisi gibi hareket edemeyeceğimi söyledikleri zaman ameliyattan vazgeçip alternatif bir çözüm düşündüm. Konservatuvarda ders olarak gördüğümüz “Alexander ve Pilates Tekniği” aklıma geldi ve araştırmaya başladım. Ne yazık ki eskiden imkanlar günümüzdeki kadar fazla değildi. En sonunda derdimi anlayan ve “dumbell”larla pilates yaptırmayan bir eğitmen buldum. Bir müddet sonra hareket ederken kilitlenmemeye başladığımı fark ettim. Eğitmenim çok hissederek yaptığımı ve “Bale öğretmenliği yapmak yerine pilates eğitmeni olmam gerektiğini” söyledi. Ve kendimi ilk açılan pilates eğitim merkezinde buldum. 



NL : Aslında yaşadığın bir şanssızlık senin pilatesle tanışmanı sağlamış. Herkes pilatesle ilgili kendince bir yorum yapıyor. Ama doğru ama yanlış. Sen bu işin içinde olan bir kişi olarak nasıl değerlendiriyorsun? “Pilates bir spor mudur? Yoksa bir egzersiz metodu mudur”
MP : Pilates bir egzersiz metodudur. Bu metodun gerçek adı “kontroloji”dir. Vücut çalışırken; ruh, beden ve beyin birarada çalışır. Kişi egzersizi yaparken sürekli olarak hangi kas grubunu çalıştırdığını ve hangi hareketi yaparken daha iyi çalıştıracağını düşünmelidir. “Kontroloji metodu” zamanında dansçılar ve sporcular tarafından tekniklerini geliştirmek, sakatlanma riskini aza indirmek gibi sebeplere destek olarak görülüyordu. Günümüzde yine bu durum geçerlidir. Bunun yanında, günlük hayatın stresinden ve baskısından minimum etkilenmek kişilere fayda sağlıyor; aynı zamanda fizik tedaviye destek amaçlı kullanılıyor.


NL : Pilatesle ilgili en çok tartışılan konulardan biri de “kilo vermeye yardımcı olup olmadığı”. Sence pilates yapan kişiler kolayca kilo verebilirler mi?
MP :
Pilates yaparken öncelikle doğru nefes alıp vermeyi öğrenmek gerekiyor. Çünkü doğru nefes alıp verdikçe kan dolaşımımız ve buna bağlı olarak da metabolizmamız hızlanıyor. Ama yine de kilo vermek adına sadece pilatesten birşey beklemek çok doğru olmaz. Amaç kilo vermekse mutlaka “kardio vasküler” sistemle desteklenmelidir. Bunun için de yapılacak en iyi şey tempolu yürümektir.






NL : Çevremde daha çok kız arkadaşlarım pilatesle ilgileniyor. Genel düşünce pilatesin “bayanlara” yönelik bir spor olduğu. Eğitim verdiğin erkek öğrencilerin var mı?
MP :
Bu şekilde düşünen birçok erkeği pilatese başlatmayı başardım. Hepsi ilk dersin sonunda özür diledi :) Sanırım önyargıdan dolayı bu şekilde düşünülüyor. Çünkü dışarıdan bakan herkes pilatesin topla yapıldığını zannediyor. Erkekler de bir topun üzerinde zıplamayı egzersizden saymıyorlar. Ama gerçekte böyle değil. Egzersiz yaptıkça vücutlarında daha önceden hissetmedikleri bütün kaslarını hissettiklerini söylüyorlar. Pilatesi hiç bırakmadan 3 yıldır devam eden erkek öğrencilerim var.



NL : Biraz da pilatesin hayatımıza sağlayacağı faydalardan bahseder misin?
MP :
Nefes almak hayatımızda bu kadar önemliyken hemen hemen hepimiz nefes almadan konuşup bir sürü iş yapıyoruz. Herkesin derin bir nefes almaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Birinci faydası “nefes kullanımı”nı; ikincisi ise; “dik durmayı” öğretmek. İnsanlar işleri gereği masa başında çalışıyorlar. Yanlış otudukları için de zamanla yavaş yavaş eğrilip bükülüyorlar ve doğru duruşlarını kaybediyorlar. Pilatesle kaslarını uzatarak ve güçlendirerek postürlerini yeniden düzeltiyorlar. Vücut ağırlığımızın %80’nini omurgamız taşıyor. Karın ve bel kaslarımızı güçlendirirsek, yani korunmasız bölgede doğal bir korse oluşturursak, omurganın üzerinden ağırlığı almış oluruz. Böylece dünyanın %80’ninin yaşadığı bel ağrılarını ortadan kaldırırız.


NL : Bayanların kesinlikle pilates yapması söyleniyor; sence neden?
MP :
Bunun birçok sebebi var. Öncelikle vajinal kasları sürekli olarak çalıştıran bir egzersiz metodu. Güçlü vajinal kaslar hamile kalmayı ve normal doğum yapmayı kolaylaştırıyor. Doğum sonrasında vücutta oluşan deformasyonu önlüyor. İlerleyen yaşlarda idrar kaçırma problemini ortadan kaldırdığını da söyleyebilirim. Ayrıca menopoz döneminde yaşanan kemik erimesinin de önüne geçiliyor. Psikolojik etkisi ise vücut şekillendikçe kadınların kendilerine olan güvenlerinin artması.





NL : Pilatesin geleceğini nasıl görüyorsun?
MP :
Şu anda popüler olduğu için pilates yapan birçok kişinin ileride bu işi bırakacağına inanıyorum. Sadece geleceğe dönük faydasının bilincide olan kişilerin yaşam biçimi haline getireceklerini düşünüyorum. Dolayısıyla şu andaki kadar çok “pilates eğitmeni” kalmayacak. Aslına bakarsan o günleri iple çekiyorum :) Çünkü o zaman hakkıyla ve ticari amaç güdülmeden eğitim verenler ve bilinçli eğitim alanlar olacak.


NL : Merve’cim sorularımı yanıtladığın için çok teşekkür ederim. Başarılarının artarak devam etmesini dilerim.


PİLATES PLUS (www.plus-pilates.com)
Bağdat Caddesi Kantarcı Rıza Sokak Güzel Aydın Apt. No: 2/ 5 Erenköy İSTANBUL
Tel. : 0 216 478 17 68
         0 505 921 98 98