24 Nisan 2010 Cumartesi


Adım Adım Sergi Hazırlıkları

Begüm Akkoyunlu Ersöz


Begüm’le Pera Müzesi’nde 4 yıl beraber çalıştık. Yola çıktığımızda hepimiz çok heyecanlıydık; çünkü sanat dünyasında 5. yılını doldurmaya hazırlanan ve birçok başarılı sergiye imzasını atan seçkin bir kurumun temel taşlarını oluşturacaktık...
Meraklı, işini çok seven, detaycı ve titiz. Sanat Tarihi okuyup üstüne Sanat Tarihi ve bir de Sanat Yönetimi yüksek lisansları yapması bunun kanıtı. Her sergiyi sanki ilkmiş gibi hazırlıyor. Hazırladığı sergileri gezen kişi sayısına kadar takip ediyor...
Bize de sergiyi izlemesi düşüyor.



NL : Sanat Tarihi okumaya nasıl karar verdin?. Bilinçli bir seçim miydi yoksa “üniversiteye başlayayım; bitince düşünürüz” mü dedin?
BE : Sanat Tarihi’ne özel bir ilgi duyuyordum ve Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde okurken karar verdim. Özellikle 20. yy sanatına ve empresyonizm akımına, özellikle de Van Goh’a çok meraklıydım. Bununla ilgili kitaplar almaya başladım. Çocukluğum, komşumuz olan, Ankaralı Ressam Leman Tantuğ’un evinde geçti. Çok zengin bir kütüphanesi vardı. Evinde sürekli kütüphanedeki kitaplarını karıştırır, çevirilerini ve notlarını okurdum. Kendisi sürekli resim yapardı. Ben de eskiden beri resme ilgiliydim; hatta ortaokulda katıldığım bir yarışmada ödül almıştım :) Onunla vakit geçirdikçe resme olan merakım da artmaya başladı. Sanat tarihi fikri ise yine aklımda onun Amerikalı sanat tarihçisi bir arkadaşı dolayısyla canlandı, çok cazip bir meslekti. Üniversiteye hazırlık sırasında çevremdeki arkadaşlarım iktisat, işletme gibi bölümleri seçerken benim “Sanat Tarihi” üzerine yoğunlaşmam herkesin tuhafına gidiyordu. 1995 yılında Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne girdim. Aslına bakarsan zor bir disiplin, günlerimiz kütüphanelerde araştırma yaparak geçti.



NL: Sanat Tarihi Bölümü kendi içinde branşlaşıyor mu? “Türk Resmi”, “Batı Resmi” gibi...
BE: Sanat Tarihi altında birçok yan dalı barındırıyor. Ben ve arkadaşlarım üniversitede şanslı bir döneme denk geldik, alanlarında önde gelen hocalarımızla pek çok farklı konuda çalışma fırsatımız oldu. Kişisel olarak ise Cumhuriyet sonrası Türk sanatına odaklandım. Bitirme tezimi “Leopold Levy (1940’lı yıllarda Akademi’nin Bölüm Başkanı idi) ve Türk Resmi”, master tezimi ise 1970’lerin sonunda başlayan “Yeni Eğilimler” sergileri üzerine hazırladım. Türkiye’de, modern ve çağdaş sanat üzerine hazırlanan projelerde çalışmayı tercih ettim.




NL: Bir serginin hazırlık aşamalarından bahseder misin? Eserler duvarlara asılana kadar nasıl bir süreçten geçiliyor?
BE: Aslında her serginin kendine ait bir öyküsü var. Sergi hazırlamayı bir puzzle gibi düşün. Birçok parça biraraya gelip bir bütünü oluşturuyor. Genel olarak anlatırsam; öncelikli olan serginin konsepti. Beraber çalıştığımız danışmanlarımız oluyor. Onlarla içerik üzerinde çalışıyoruz. Eser listesini alıp üzerinden geçiyoruz. Sergi alanının fiziksel koşulları değerlendiriliyor. Bütün bunlara göre de serginin çapı belirleniyor. Sergi hazırlığının bütünü uzun bir zaman yayılıyor. Puzzle’in diğer parçaları ise açıklama panoları, yardımcı malzemeler, belgeseller ve sesli rehberlik gibi destekleyici parçalarla tamamlanıyor. Eserlerin sigortalanması, nakliyesinin planlanması bir yandan da sergi kataloğunun editoryel çalışmaları yapılıyor. Amaç ziyaretçinin kurguyu takip ederek temposunu düşürmeden sergiyi gezmesini ve konuyla ilgili ayrıntılara ileride de dönüp bakabilmesini sağlamak.



NL: Pera Müzesi'nde çalışmaya başlamadan önce neler yaptın?
BE: Okulu bitirdikten sonra çalışma alanım oldukça sınırlıydı. Bu alanda çalışmayı sürdürmek isteyen Sanat Tarihi mezunları master ve doktora yaparak kariyer planlarını yapıyorlardı. Ben de mastera ve ardından doktoraya başladım. Bir yandan da pratikte neler yapabileceğimi araştırıyordum. 2003 yazında, bienal hazırlıklarında çalışmak üzere İstanbul’a geldim. Farklı projelerde çalışma fırsatı elde ettim. Sanatsal birkaç yayının çeviri ve redaksiyonlarıyla ilgili hazırlık aşamalarında yer aldım. Reklamcılık sektöründe çalışan arkadaşlarımın önayak olmasıyla sektöre adım attım. Reklamcılık dinamik, eğlenceli ve gelişime açık bir sektör. Aslında benim için kariyerimle ilgili karar verme sürecine girdiğim bir dönemdi. Ya kendi branşımda çalışacaktım; ya da benim için farklı bir sektör olan reklamcılığa devam edip bu yolda ilerleyecektim. Bu dönemde Suna ve İnan Kıraç Vakfı ile tanıştım, Pera Müzesi'nin kurulma aşamalarıydı.




NL: Kararın netleşti yani...
BE: Evet kararım netleşti ve çok sevdiğim kültür-sanat sektörüne adım attım. 2010 Haziran’da 5. yılımızı dolduruyoruz. O günden bu güne yaklaşık 40 sergi açıldı; birçoğunda görev aldım. Hepsinin de gelişmemde büyük katmadeğeri oldu.



NL: Peki en sevdiğin sanatçılar hangileri?
BE: Empresyonistleri hep çok seviyordum. Hayranlığım Vincent Van Gogh'la başladı. Ondan başka Thoulouse Lautrec, Modigliani, Matisse'i çok severim örneğin. 20. yüzyıl sanatı bütün soruları ve arayışlarıyla özellikle ilgimi çeker. Rothko yine atlayamayacağım bir isim. Türk ressamlardan Mübin Orhon, Fikret Mualla, Tiraje sevdiklerim arasında ilk aklıma gelenler. Sanatçılar yaşamları ve eserleriyle bir bütün olarak var oluyorlar bence, onları o bütün felsefeleri ve eserleriyle değerlendiriyoruz.




NL: Yurtdışında da birçok müze gezmişsindir. Sanatın içinden biri olarak gezerken neler geçiyor içinden?
BE: İtalya, İspanya, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde birçok müze gezdim. Üniversitedeyken Roma ve Floransa’daki müzelere müthiş hayranlık duymuştum. Biliyorsun sokaklar adeta müze orada. Türkiye'de de çok büyük bir kültürel mirasa sahibiz, müzeler özellikle arkeolojik anlamda çok zengin. Müzecilik anlamındaysa yakşalık son on yıldır özellikle özel müzecilikle büyük bir hareket başladı. Yıllar Floransa'daki Uffizi Müzesi bahçesinde gördüğüm Fernando Botero heykelleri beni çok etkilemişti. Bugünlerde ise Botero'nun Türkiye'deki ilk sergisini hazırlıyoruz. Bu çalışmanın içinde olabilmek müthiş heyecan verici ki, sanatseverlerin de aynı heyecanla sergileri takip ettiklerini görmek sanıyorum demek istediklerimi özetliyor.


NL: Yurtdışında en sevdiğin müze?
BE: Favorim Paris’teki Orsay Müzesi. Ölçek anlamında örneğin Louvre'un yanında daha hümanist geliyor. Stili ve tarzı olan bir yer, Modernizmi çok iyi yansıtıyor.



NL: Son zamanlarda üniversiteler de bu konuların üzerine eğilmeye başladı. “Sanat Yönetimi”, “Kültür Yönetimi” gibi bölümler popülerlik kazanmaya başladı. Neden?
BE: Bunlar çok güzel gelişmeler. Bienal, sokak sergileri, yeni müzelerin açılması, sanat galerilerinin sayısının artması, müzayedelerin basında daha sık duyulması gibi etkenler sanata olan merakı arttırdı. Genç koleksiyonerler görülmeye başladı ve sanat giderek daha geniş bir kitlenin hobisi oluyor. Sanırım bu da böyle bir ihtiyacı doğurdu. Olaya farklı bir bakış açısı kattı. Bu da yeni iş kolları doğurdu. Örneğin müze bir kültür-sanat işletmesi. Müze şemsiyesi altında koleksiyonlar ve sergilerin yönetiminden başka iletişim, kafe, artshop, güvenlik gibi pekçok fonksiyon ve birim barındırıyor.


NL: Müze gezme kültürü de hayatımıza iyice yerleşti aslında...
BE: Evet. Son yıllarda özel müzelerin açılması devlet müzelerinin de daha çok hareketlenmesini sağladı. Sadece sergiler değil; konuyu pekiştirmek amacıyla düzenlenen sempozyumlar, söyleşiler, film gösterimleri de çok ilgi görüyor. Projeyi bütün olarak yaşatmak kalıcı olmasını da sağlıyor.



NL: Bir sergiyi kurarken en çok ne heyecan veriyor?
BE: Her aşaması heyecan verici. Projeyi yönetirken A’dan Z’ye herşeyiyle ilgileniyorsun. Temeli atan konsept aşaması. Sonrası çorap söküğü gibi geliyor çünkü herşey konsepte göre belirleniyor. En heyecanlı yanı ise eserlerle buluşma anında duyulan keyif...


NL: Begümcüm çok teşekkür ederim. Soruları cevaplarken gözlerindeki ışıltı işini çok severek yaptığını gösteriyor. Bu heyecanının artarak devam etmesini diliyorum. Okuyanların da aynı şeyi farkedeceklerini düşünüyorum :)

Hiç yorum yok: